1 Mayıs 2024 Çarşamba

BİRİNCİ SELİM ; Mehmet ÖZYARDIMCI

BİRİNCİ SELİM

Mehmet ÖZYARDIMCI

Bizim Yavuz Sultan Selim olarak andığımız Birinci Selim, (1470-1520) 20 yıl Trabzon'da vali olarak görev yapıyor.

Babası İkinci Beyazıt'tan sonra, Nisan 1512'de tahta çıkıyor.

*

Babasıyla neler yaşadı, tahta nasıl çıktı, konumuz olmadığı için buraları yazmayacağım.

*

Amacı doğuya sefer yaparak, Arabistan'ı ve Mısır'ı fethederek, tüm Müslümanların padişahı, Halifesi olmaktı.

Ümmetin lideri olmaktı.

*

Şimdi hemen itiraz edip, olmadık yorumlarda bulunmayın.

Bu kısa paylaşımda maksadım farklı.

Sahifelerce yazacak değilim.

*

Doğu seferinin nasıl geçtiğini; Çaldıran, Mercidabık, Ridaniye Savaşlarını anlatmayacağım.

Doğu seferinin sonuçlarını yazmayacağım.

Bunlar yazımın konusu değildir.

Meraklılar öğrenirler.

*

Birinci Selim sefere çıkacak, ama geçtiği bölgeler olduğu gibi Türk beldeleri, savaşacakları da Türk devletleri.

*

Bu iş öyle kolay değil...

Orduyu ikna edip sefer çıkarabilmesi için fetvaya gerek var.

Aksi takdirde...

Müslümanları Müslümanlarla nasıl savaştıracaksınız?

*

Şeyhülislam Nurettin el Hamza icabını yapıyor, fetvayı veriyor:

*

Müslümanlar!

Bilin ve öğrenin ki, şu Kızılbaş toplumunun başkanları Erdebil-oğlu Şâh İsmail'dir. Peygamberimiz aleyhisselâm'ın şeriatını ve sünnetini ve İslâm dinîni ve din bilgisini ve Kur'an'ı küçümsedikleri ve de Allah Teâlâ'nın haram kıldığı günahlara "Helâldir" dedikleri ve Kur'an'ı ve Mushafları ve şeriat kitaplarını hor görüp ateşte yaktıkları ve de bilginlere ve dindarlara ihanet edip öldürüp mescitlerini yaktıkları ve de pis başkanlarını Tanrı sayıp secde ettikleri ve de Hazret-i Ebû Bekir'e ve Hazret-i Ömer'e sövüp halifeliklerini inkâr edip sövdükleri ve de Peygamberimiz 'in şeriatını ve İslâm'ı yok etmeye kast ettikleri, bu anılan ve de bunların Şeriata karşı söz ve davranışları bu fakire ve diğer İslâm âlimlerine göre, tevatürle bilinip, açıkça belli olduğundan, biz dahi Şeriatın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile fetva verdik ki, adı geçen toplum:

Kızılbaşlar kâfir ve dinsizdirler ve de her kimse ki, onlara uyup o sapık dinlerine razı ve yardımcı olursa onlar da kâfir ve dinsizlerdir. Bunları dahi öldürüp toplumlarını darmadağın etmek, tüm Müslümanlara vacip ve farzdır.

Müslümanlardan ölen Saîd ve Şehit olup Cennet'e girer ve onlardan ölen aşağılayan Cehennem 'in dibindedir. Bunların hâli kâfirlerin hâlinden daha fena ve çirkindir. Zîrâ bunların kestikleri ve avladıkları ister doğanla, ister ok ile ve av köpeği ile olsun, murdardır ve nikâhları gerek kendilerinden, gerek başkasından alsınlar, bâtıldır ve de bunlara kimseden mîras yoktur.

Bir bucak halkı bunlardan olsa da Allah yardımcısı olsun!.. Osmanlı Padişahı'na gerekir ki bunların (Kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp, mallarını ve kadınlarını dahi ve çocuklarını, İslâm gazilerine taksim ede ve bunları ele geçirilince, tövbelerine ve pişmanlıklarına inanmayıp, öldürülmeli ve de bir kimse ki, vilâyette olup onlardan olduğu bilinirse ya da onlara giderken yakalanırsa, öldürülmeli ve tüm bu toplum hem dinsizdir ve hem bozguncudur! İki yönden katledilmeleri vaciptir.

Ey Allah'ım!

Dine yardım edene sen de yardım et ve Müslümanları hor göreni sen de hor gör!..

(bu fetvayı veren)

Sanı Görez adıyla meşhur el-Müftü Hamza"

*

"Fetva",  yeteri kadar anlaşılır değil mi?

Lütfen bu fetvayı tekrar tekrar okuyun...

Sadece Kızılbaş olarak adlandırılan insanlar değil, onlarla uyum içerisinde yaşayan herkes kafir sayılıyor, dinen öldürülmelerinin Allah'ın emri olduğu söyleniyor.

*

Sefere bu fetva ile çıkılıyor, Anadolu'da on binlerce Türk, bu fetvaya dayanılarak, Allah ve Müslümanlık adına katlediliyor.

Olayları, yaşananları falan yazıp konuyu uzatmayacağım.

Sadece şunu söyleyeyim.

Fetvada buyurulan ne varsa, eksiksiz yerine getirilmiştir.

Varın gerisini anlayın.

*

Kimseleri falan karalayacak değilim.

Tarih bir bilimdir...

İlk kuralı, olayları yaşandığı zamana göre değerlendirmektir.

Bu kuralı iyi bilenlerdenim.

Bu bakımdan...

Sokma akılla dolaşanlar, sloganları fikir sananlar, saçma sapan yorumlar yapıp canımı sıkmasınlar.

Birinci Selim'i isteyen övsün, dileyen sövsün bana ne?

Ben sadece bilgiyi aktarmakla yetinip, günümüze gelmek istiyorum.

*

Bakın size bir şey söyleyeyim...

Bu dincilik öyle sapkınlıktır ki, uygun ortamı bulduğunda her şeyi, ama her şeyi yapar.

Hayata, insana, insanlığa düşmandır.

*

Böyle bir fetvayı lüzum gördüğünde isteyecek şahsı da fetvayı verecek olanı kişiyi de biliyorsunuz.

Onların Türklüğe bakışı Birinci Selim gibidir.

Şimdiye kadar hayli mesafe aldılar, ama henüz o güce ulaşamadılar.

Toplumu kıvama getiremediler.

Kindar ve dindar nesiller yetiştirmeye son hızla devam ediyorlar.

*

Tarikat cemaat adı altında kurumsallaşan ve iktidar tarafından korunup kollanan yapıların, kendilerinden olmayanlara bakışları, yukarıdaki fetvaya uygundur.

Madımak Otelde insanları yakanlar gibidir.

Size yüzlerce örnek verebilirim.

*

Etrafınızda, din adına boğazınızı kesmek için emir bekleyen komşularınız, tanıdıklarınız; hatta akrabalarınız var.

Bunu asla unutmayın.

*

Arap gericiliği ile Türk varlığı yok edilmeye çalışılıyor.

*

Türkiye'yi bekleyen tehlike ve tehdit budur.

*

Dinciliktir.

*

Soysuzlaşmadır.

Ankara, 30 Nisan 2024

4 Nisan 2024 Perşembe

BUGÜN TÜRK DÜNYASININ SON BAŞBUĞUNUN VEFAT YILDÖNÜMÜDÜR. Mehmet Demir ATMALI

BUGÜN TÜRK DÜNYASININ SON BAŞBUĞUNUN VEFAT YILDÖNÜMÜDÜR.

Takvimler Yıl 1997, 4 nisanı gösteriyordu. Kara haber tez gelir derler ya. İşte o kara haber gelmişti. Ülkücülerin Başbuğu, Milliyetçi Hareket Partisinin kurucusu ve Lideri, DOKUZ IŞIK DOKTRİNİNİN fikir babası, Türk Dünyasının akıl hocası, Türk Birliğinin İlk temelini atan Alparslan Türkeş Hakkın Rahmetine Kavuşmuştu. Ülkücüler, MHP’liler Türkiye’nin her yerinde geceden yola çıkmışlardı.

 Sabah şafak vakti otobüsler Ankara’ya girmeye başladılar.

 4 Nisan olmasına rağmen karlı soğuk bir gündü. 4 milyon insan seli Kocatepe Camiisine doğru hareket ediyorlardı. İnsan selinden kimse kaldırım değiştiremiyor. Sizin yürümenize gerek kalmadan, insan seli sizi alıp bir yöne doğru götürüyordu.

Ayaklar su gölü içinde, tepede kar yağıyordu. Ayaklarımız donmuş, uyuşmuştu. Ağrı hissetmiyorduk.

Kocatepe Camiine yaklaşamadık. Kar suyu ile abdestler alındı. Ara sokaklarda saflar oluşturuldu. İmamdan gelen Tekbir sesinden sonra, her cadde ve sokakta bir imam, tekbir sesini tekrar ediyordu.

Tekbir sesleri Ankara sokaklarına dalga dalga yayılıyordu. Bir mahşer gününü andırıyordu 4 Nisan. Tekbir sesleri ve ağlama sesleri birbirine karışmıştı. Gökten kar ağlıyordu! Koca koca adamlar, hıçkıra hıçkıra, bağıra çağıra kan ağlıyorlardı...

Mustafa YILDIZDOĞAN ogün doğaçlama bir ağıt yakmış ve hemen halka mal olmuştu.

"YANDI YÜREKLER YANDI,

YAĞAN KAR İLE SÖNMEZ...

MİLYONLAR BİR AĞIZDAN

DİYOR BAŞBUĞLAR ÖLMEZ... "

 

Bu ağıt, o günün acısını çok güzel özetliyordu. Tandoğan Meydanından geçerken binalardan da bayrak sallayanlar, bozkurt selamı verenler, o gün tüm Ankara seyre kalkmıştı. Başkent Öğretmenevinin önündeki parkın içerisinde Tekbirlerle, dualarla ve gözyaşları arasında uygun bir yere defnedildi ve kar yağışı durdu ve güneş doğmuştu. Saat dört gibi idi. Kocatepe’den Başkent öğretmen evine 4 saatte gelebilmiştik. Kısacası o günü kelimelerle tarif etmek çok zurdur. Anlamak için o günü yaşamak gerekir.

Şükürler olsun Gaziantep Teşkilatı olarak biz, bu hüznü bizzat yaşadık. Kalabalık çekildikten sonra, Başbuğumuzun başucunda gözyaşları arasında sesli bir Kur'an-ı Kerim okumak nasip oldu bana. Veda zamanı gelmişti. Gece dönüşü çok zor ve tehlikeli anlar yaşadık. Gölbaşı’nda şiddetli kardan, kayan otobüsler yolları tıkamışlar.

Otobüsümüz çalışır vaziyette Gölbaşı'nda sabahladık. Belediye araçları yolları açtılar. Yola çıkmamız vakit öğleyi buldu… Mekânı Cennet olsun Türk’ün son Başbuğunun. Türk Dünyası’nın başı sağ olsun! O ölmedi! Nesilden nesile kalplerimizde yaşayacaktır. Onun yetiştirdiği Ülkücüler hiç unutmayacaklar onu. Durmadan Fatiha gönderecekler. Merhumun ruhu şad, mekânı Cennet olsun! Elfatiha.

“BAŞBUĞUN ARDINDAN

Burada baş sağlığı, orada gözler aydın;

Íki ayrı dünyada iki ayrı tören var!

TANRI katından gelen bir yüce buyruk üzre,

Aramızdan ansızın çadırını deren var!

 

Orada ecdat ruhu sadümanlık içinde,

Burada tamu içre gönüllerde boran var!

Eksilmiş bir yanımız; çarpılmış gibiyiz hep

TANRI korusun sanki, Bozkurtluğa kıran va!.

 

Yukardan gök mü bastı; altta yer mi çöktü ne?

Kimsede ağız dil yok; gözleriyle soran va!..

Buradan uğurlarken onu binlerce Bozkurt

Orada karşılayan binlerce Alp-Erenler var!

 

O gün Tanrıdağı'nda, tan ağardığı çağda,

Dediler: Oğuz Han'ın otağına giren var!

Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet!

Tanrı zeval vermesin; devlet, din ve KUR'AN var!..

Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU”

                                              Yazar Mehmet Demir Atmalı.

6 Mart 2024 Çarşamba

Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Milleti

Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Milleti

30 Ağustos'ta sevk ve idare ettiğim muharebede Türk milleti yanımdaydı. Bir insan, milletiyle beraber hareket ettiği zaman ne kadar kuvvetli hissediyor, bilir misiniz? Bunun tarifi zordur. Bunun anlatmakta güçlük çekersem beni mazur görünüz.

Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez.

Artık bugün demokrasi fikri daimî yükselen bir denizi andırmaktadır. 20. yüzyıl, birçok müstebit hükûmetlerin bu denizde boğulduğunu görmüştür.

Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan, Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün beşeriyete hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta, muvaffak kılacaktır.

Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk milletine canımı vereceğim.

Benim yaratılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedî olduğunu göstermelidir.

Bilelim ki millî benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar.

Bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.

Bir milletin başarısı, mutlaka bütün millî güçlerin bir istikamette oluşmasıyla mümkündür. Bu nedenle bilelim ki, elde ettiğimiz başarı, milletin güç birliği etmesinden, ortak hareket etmesinden ileri gelmiştir. Eğer aynı başarı ve zaferleri gelecekte de tekrarlamak istiyorsak, aynı esasa dayanalım ve aynı şekilde yürüyelim.

Biz daima hakikat arayan, onu bulunca ve bulduğuna kani olunca açıkça söylemekten kaçınmayan insanlar olmalıyız.

Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle gidermeye çalışmalıyız. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çok çeşitli topluluklar, hep millî inançlarına sarılarak, milliyetçilik idealinin gücü ile kendilerini kurtardılar. Kuvvetimizin zayıfladığı anda bizi hor ve hakir gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmuş olduğumuzmuş. Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, ilk önce biz kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı, hissî, fikrî ve fiilî olarak, bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim.

Biz ne Bolşevikiz, ne de komünist: Ne biri, ne diğeri olamayız. Türkler milliyetperver ve dinlerine hürmetkâr bir millettir. Bizim hükümet şeklimiz tam bir demokrat hükümetidir.

Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle iş birliği yapan bütün milletlere saygı duyar ve riayet ederiz.

Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz.

Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz.

Bizim halkımız, menfaatleri birbirinden ayrılır sınıflar halinde değil tam aksine varlıkları ve çalışmalarının sonuçları birbirine gerekli olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada dinleyicilerim çiftçilerdir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve işçilerdir. Bunların hangisi diğerinin muarızı olabilir?

Bizim milletimiz, vatanı için, hürriyeti ve egemenliği için fedakâr bir halktır.

Bizim milletimiz derin bir maziye maliktir. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.

Bu memleket, Dünya'nın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne yedi bin senelik (en aşağı), bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu, şimşek, yıldırım, Güneş oldu. Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, Dünya'yı aydınlatan Güneş'tir!

Bu memleket tarihte Türk'tü, hâlde Türk'tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.

Bu millet kılı kıpırdamadan dava uğruna canını vermeye razı olmasaydı, ben hiçbir şey yapamazdım.

Bugün vardığımız barışın ebedî barış olacağına inanmak saflık olur. Bu o kadar önemli bir gerçektir ki, ondan bir an bile gaflet, milletin hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz, hukukumuza, şeref ve haysiyetimize saygı gösterildikçe, mukabil saygıda asla kusur etmeyeceğiz. Fakat, ne çare ki, zayıf olanların hukukuna saygının noksan olduğunu veya hiç saygı gösterilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik. Onun için, her türlü ihtimallerin gerektireceği hazırlıkları yapmakta asla gecikmeyeceğiz.

Bu dünyadan göçerek Türk milletine veda edeceklerinin çocuklarına kendinden sonra yaşayacaklara, son sözü bu olmalıdır: 'Benim Türk milletine, Türk cemiyetine, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemişti, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz. Bu sözler bir ferdin değil, bir Türk milleti duygusunun ifadesidir.' Bunu, her Türk bir parola gibi kendinden sonrakilere mütemadiyen tekrar etmekle son nefesini verecektir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedi olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk, senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur!  (1935)

Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aleti mürteci, beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntüden başka bir tesir yapmamıştır. Çünkü bu millet fertleri de umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar, mukadderat ve talihlerini Türk milletine vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözüyle bakılmak, medeni Türk milletinin asil ahlakından beklenebilir mi?

Büyük şeyleri büyük milletler yapar.

Büyük Türk milleti! On beş yıldan beri giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde, milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, millî ülküye tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin, büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır.

Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. Türk milleti! Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını, daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne mutlu Türküm diyene!

Çiftçinin sanatkâra, sanatkârın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsinin birbirlerine ve işçiye muhtaç olduğunu kim inkâr edebilir?

Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi.

Din birliğinin de bir millet teşkilinde, müessir olduğunu söyleyenler vardır; fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.

Türkler, Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din ne Arapların ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların ve sâirenin Türklerle birleşip, bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin millî rabıtalarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanlarını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü, Muhammed'in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde, şamil bir Arap milliyeti siyasetine, müncer oluyordu. Bu Arap fikri, “Ümmet” kelimesi ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeğe mecburdular. Bununla beraber, Allah’a kendi millî lisanında değil, Allah’ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe Allah’a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur'ân'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince karışık, cahil hocalar ağzıyla ateş ve azap ile müthiş bir muamma halinde kalan dini hırs ve siyasetlerine âlet ittihaz ettiler. Bir taraftan Arapları zorla emirleri altına aldılar, bir taraftan Avrupa'da Allah kelimesinin îlâsı (yüceltilmesi) parolası altında Hıristiyan milletlerini idareleri altına geçirdiler, fakat onların dinlerine ve milliyetlerine ilişmeyi düşünmediler.

Ne onları ümmet yaptılar, ne onlarla birleşerek kuvvetli bir millet yaptılar. Mısır'da belirsiz bir adamı 'Halifedir' diye yok ettiler, hırkasıdır diye bir palas pâreyi hilâfet alâmeti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular, halife oldular. Gâh şarka, gâh garba veya her tarafa birden saldıra saldıra Türk milletini, topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’a mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Millî duyguyu boğan, fânî Dünya'ya kıymet verdirmeyen, sefaletler, zaruretler, felaketler his olunmaya başlayınca, asıl hakiki saadete öldükten sonra Âhiret'te kavuşacağını vaat ve temin eden dinî akîde ve dinî his, millet uyandığı zaman onun şu acı hakikati görmesine mânî olamadı. Bu feci manzara karşısında kalanlara kendilerinden evvel ölenlerin Ahiret'teki saadetlerini düşünerek veya bir an evvel ölüm niyaz ederek Âhiret hayatına kavuşmak telkin eden din hissi, Dünya'nın acısı duyulan tokadıyla derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı. Davetlileri Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. Türk vicdan-ı umûmîsi, derhal, yüzlerce asırlık kudret ve küşayişiyle (açıklıkla, ferahlıkla), büyük heyecanlarla çarpıyordu. Ne oldu? Türkün millî hissi, artık ocağında ateşlenmişti. Artık Türk, Cennet'i değil, eski, hakîkî büyük Türk cedlerinin mukaddes miraslarının son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte din hissinin Türk milletinde bıraktığı hatıra.

Türk milleti, millî hissi dînî hisle değil, fakat insanî hisle yan yana düşünmekten zevk alır, vicdanında millî hissin yanında insanî hissin şerefli yerini daima muhafaza etmekle müftehirdir (öğünür). Çünkü Türk milleti bilir ki bugün medeniyetin şahrahında (büyük yolunda) müstakil ve fakat kendilerine muvâzî yürüdüğü umum medenî milletlerle keşifleri mütekabil insânî ve medenî münasebet, elbette inkişafımızda devam için lazımdır. Ve yine malumdur ki Türk milleti, her medenî millet gibi mâzînin bütün devirlerinde keşifleriyle, ihtiralarıyla medeniyet âlemine hizmet etmiş insanların, milletlerin kıymetini takdir ve hatıralarını hürmetle muhafaza eder. Türk milleti, insaniyet âleminin samimi bir ailesidir.

Türk milleti en eski tarihlerde meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarında devlet reislerini intihap etmeleriyle demokrasi fikrine ne kadar merbut olduklarını göstermişlerdir. Son tarih devirlerinde Türklerin teşkil ettikleri devletlerde başlarına geçen padişahlar, bu usulden ayrılarak müstebit olmuşlardır.

Kralların ve padişahların istibdadına dinler mesnet olmuştur. Krallar, halifeler, padişahlar etraflarını alan papazlar, hocalar tarafından yapılmış teşviklerle, ilâhî hukuka istinat etmişlerdir. Hâkimiyetin, bu hükümdarlara Allah tarafından verilmiş olduğu nazariyesi uydurulmuştur. Buna göre, hükümdar, ancak Allah’a karşı mesuldür. Kudret ve hakimiyetin hududu din kitaplarında aranabilir. İlâhî hukuka müstenit bir mutlakıyet kaidesi önünde demokrasi prensibinin ilk aldığı vaziyet mütevâzîdir. O, evvela hükümdarı devirmeğe değil, onun yalnız kuvvetlerini tahdîde, mutlakıyeti kaldırmağa çalıştı. Bu çalışma 400-500 sene evvelinden başlar. Evvela kuvvetin milletten geldiği ve kuvvete gayrı muktedir bir ele düşerse iştirak etmesiyledir."

·  Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bu damarlar, birbirini tanısın. Türk milletinin toplumsal düzenini bozmaya yönelik çabalar boğulmaya mahkûmdur. Türk milleti kendinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, alçak, vatansız ve milliyetsiz beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara hoşgörü gösterecek bir topluluk değildir.

·  Dünya'da hiçbir milletin kadını, milletini kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım diyemez.

·  Düşmanın taarruzuna karşı kahramanca silaha sarılan Maraşlı kardeşlerimiz yirmi güne yaklaşan bir zamandan beri kan ve ateşler içerisinde istilacı Fransızlara ve onların silahlandırdığı hunhar Ermenilere karşı savaşmakta idiler. 10-11 Şubat 1920 gecesi düşmanı İslahiye istikametinde firara mecbur ederek, mevcudiyet-i millîlerini kazanmaya muvaffak olmuşlardır.

·  En büyük iftiharım Türk olarak yaratılmamdır.

Esas kıymeti kendine veren ve mensup olduğu millet ve memleketi ancak şahsiyeti ile ayakta gören adamlar, milletlerinin mutluluğuna hizmet etmiş sayılmazlar. Kendisi gidince ilerleme ve hareket durur zannetmek bir gaflettir.

Eskiden dinler, bilimler, sanatlar, bütün bilgelikler ve şiirler, bir merkezden ışığın dağılması gibi Doğu'dan Batı'nın karanlık bölgelerine doğru yayılırdı.

Gerektiğinde vatan için bir tek fert gibi yekpare azim ve karar ile çalışmasını bilen bir millet elbette büyük bir geleceğe layık ve aday olan bir millettir.

Giriştiğimiz büyük işlerde, milletimizin yüksek kabiliyet ve yüksek sağduyusu başlıca rehberimiz ve başarı kaynağımız olmuştur.

Hiçbir millet, milletimizden daha çok yabancı unsurların inanç ve âdetlerine riayet etmemiştir.

İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, fert olan, fani olan Mustafa Kemal. İkincisi Mustafa Kemal'den ise ancak "Biz" diye bahsedebilirim. Yani sizler, çalışan köylü, uyanık, münevver, milliyetperver vatandaşlar... İşte o Mustafa Kemal ölmez.

İçimizde yanan bu hürriyet ateşi, elbet bir gün vûku bulacaktır. Türk milletinin aziz evlatları, bu vatan size minnettardır!

İki Mustafa Kemal var. Biri ben, fert olan, fani olan Mustafa Kemal. İkinci Mustafa Kemal'den ise ancak "Biz" diye bahsedebilirim. Yani sizler, çalışan köylü, uyanık, münevver, milliyetperver vatandaşlar... İşte o Mustafa Kemal ölmez.

İlerlemek yolunda vuku bulacak her mühim teşebbüsün, kendine göre mühim mahzurları vardır. Bu mahzurların asgari hadde indirilmesi için tedbirde ve teşebbüslerde kusur etmemek lazımdır.

Millete anlattım ki İslâm-şümûl bir devlet tesis etmek vazifesiyle mükellef tahayyül edilen bir halifenin vazifesini ifa edebilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tâbi tutulamaz. Millet, buna razı olamaz! Türkiye halkı bu kadar azîm bir mes’ûliyeti, bu kadar gayr-i mantıkî bir vazifeyi deruhde edemez.

Milletimiz, asırlarca, bu vâhi nokta-i nazardan hareket ettirildi. Fakat ne oldu?! Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup mahvolan Anadolu evlâdlarının miktarını biliyor musunuz? dedim. Suriye’yi, Irak’ı muhafaza etmek için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz?!  Netice ne oldu görüyor musunuz?! dedim.

Halifeye, dünyaya meydan okutmak ve onu umum İslâm umûruna tasarruf sahibi kılmak fikrinde olanlar, bu vazifeyi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on misli nüfustan mürekkeb olan büyük İslâm kütlelerinden talep etmelidir! Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının, artık, kendi hayat ve saadetinden başka düşünecek bir şeyi yoktur... Başkalarına verebilecek bir zerresi kalmamıştır! dedim.

Diğer bir noktayı da halk nazarında tebârüz ettirmek için şu beyânâtta bulundum: Bir an için farzedelim ki, dedim, Türkiye, mevzu-i bahis vazifeyi kabul etsin... Bütün âlem-i İslâm’ı bir noktada tevhîd ederek sevk u idâre etmek gayesine yürüsün ve muvaffak dahi olsun! Pek âlâ ama taht-ı tâbiiyet ve idâremize almak istediğimiz milletler derlerse ki, bize büyük hizmetler ve muâvenetler yaptınız, teşekkür ederiz fakat biz müstakil kalmak istiyoruz. İstiklâl ve hâkimiyetimize kimsenin müdahalesini muvâfık görmeyiz! Biz kendi kendimizi sevk ve idâreye muktediriz!

O halde, Türkiye halkının bütün mesâi ve fedakârlığı, sadece bir teşekkür ve dua almak için mi ihtiyâr olunacaktır?!

Görülüyordu ki bir heva ü heves için, bir vehm ü hayal için, Türkiye halkını mahvetmek istiyorlardı. Hilâfet ve halifeye vazife ve salâhiyet vermek fikrinin mahiyeti bundan ibaretti.

Milletler gam ve keder bilmemelidir. Vaktiyle kitaplar karıştırdım. 'Dünyadaki geçici ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunamaz.' diyorlardı. Başka kitaplar okudum. Diyorlar ki 'Bari yaşadığımız müddetçe şen olalım.' Ben kendi karakterim itibariyle ikinci hayat görüşünü tercih ediyorum.

Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir.

Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının 'Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın' diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla gözyaşında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu. Benim hayatta yegane fahrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildir.

Türk, çetin işler başarmak için yaratılmıştır!

Türk demek dil demektir. Milliyetin çok bariz vasıflarından birisi dildir. Türk milletindenim diyen insanlar her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk harsına, camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz."

Türk, esirlik kabul etmeyen bir millettir. Türk milleti esir olmamıştır.

Türk kuvvet ve zekâsının yenmediği ve yenemeyeceği güçlük yoktur.

Türk milleti güzel her şeyi, her medeni şeyi, her yüksek şeyi sever, takdir eder. Fakat muhakkaktır ki, her şeyin üstünde takdir ettiği bir şey varsa o da kahramanlıktır.

Türk milleti insanlık âleminin samimi bir ailesidir.

Türk milleti yeni bir iman ve kesin bir millî azim ile yeni bir devlet kurmuştur. Bu devletin dayandığı esaslar "Tam Bağımsızlık" ve "Kayıtsız Şartsız Millî Egemenlik"ten ibarettir. Yeni Türkiye devletinin yapısının ruhu millî egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir.

Türk miletine doğru ve güzeli veriniz, anlatınız, muhakkak kucaklar.

…Türk milletinin müşterek görünen bir hali daha vardır. Hakikaten dikkat olunursa, Türklerin aşağı yukarı hep ahlâkları birbirine benzer. Bu yüksek ahlâk hiçbir milletin ahlâkına benzemez.

Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların yaptığı siyasi ve sosyal inkılapların gerçek sahibi kendisidir. Milletimizde bu kabiliyet ve tekamül var olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret yeterli olamazdı.

Türk, öğün, çalış, güven. (1934)

Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli, kahramanlığı ve Türk kültürüdür.

Türk'ün haysiyeti, onuru ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür.

Türkler, demokrat, hür ve sorumluluklarını bilen vatandaşlardır; Türk Cumhuriyeti'nin kurucuları ve sahipleri bizzat kendileridir.

Türklük esastır. Bu mevcudiyeti tarih içinde araştırmak, birbirini izleyen bir tarih zinciri içinde tespit edilecek Türk medeniyeti ile övünmek yerinde olur; fakat, bu övünmeye layık olmak için bugün çalışmak lazımdır.

 

23 Şubat 2024 Cuma

TALKAN VE CURCAN TÜRK KATLİAMLARI ARAPLAR TARAFINDAN 100 BİN TÜRK KILIÇTAN GEÇİRİLDİ; Erdem AVŞAR

TALKAN VE CURCAN TÜRK KATLİAMLARI

ARAPLAR TARAFINDAN 100 BİN TÜRK KILIÇTAN GEÇİRİLDİ.

Erdem AVŞAR


Talkan, Türklerin tarih kitaplarında ve arşivlerinde yer almayan ancak diğer milletlerin yazılı tarihinde yer alan iki büyük Türk katliamından biri.

Resmi tarihte şöyle bir yanlış bilgi var; Türkler, Çin ile savaşırken Araplar yardıma gelmiş, bu sırada birbirlerine sempati beslemiş, İslamiyet’i kabul etmiştir!

Talkan ve Curcan Katliamlarında‘nda 100.000 Türk katledilmiştir, bunun yanında 50 binden fazla Türk köle ve cariye olarak pazarlarda satılmıştır.

Hz. Muhammed’in ölümüyle birlikte İslam dininde iktidar hırsı ortaya çıktı.

Mezhep ayrımcılığını kesinlikle reddeden İslam dininin iktidar çatışmaları sebeple mezheplere ayrılması tamamen Arapların eseridir. Eflak Voyvodası Vlad, Curcan ve Talkan’da yaşanan acımasızlığı hayal dahi edemezdi. Ancak gel gör ki İslam’ı en doğru yaşayan, koruyan ve öğreten millet yine Türk’lerdir. Eğer Türkler Müslüman olmasaydı, İslamiyet bugün Arapların etnik dini olmaktan öteye gidemez, olsa olsa en fazla Hindistan’a kadar yayılırdı.

TARİHİN EN AĞIR SOYKIRIMLARINDAN BİRİ

TALKAN ve CURCAN

Buhara’da yaşananlar diğer Türk Beyliklerinde de tesirini hissettirir. Sogd Meliki Neyzek Tarhan şehrinin yok olmaması için Kuteybe ile anlaşma yapar.

Anlaşmaya göre Tarhan haraç verecek ve tarafsız kalacaktır. Ancak bu tarafsızlık ve Türklerin bir araya gelememeleri Arapların işlerini kolaylaştırmış ve Türk beyliklerini istila edip talan etmişlerdir. İlk saldırıya uğrayan Kibaç Hatun’a diğer beyliklerden yardım gelmeyince, o yardımı esirgeyenler de aynı kırımı yaşadı. Türkler örgütlü olmadığı için Arapların işleri kolaylaştı.

Neyzek Tarhan daha sonra Kuteybe ile yaptığı anlaşmada yanlış yaptığını ve bu anlaşmanın kendisine hiçbir teminat getirmeyeceğini gördü. Üstelik diğer Türk Beylerine de aldattığını anladı. Tohoristan’a döndükten sonra diğer Türk beyliklerine bir mektup yazıp uyarmaya çalışır. İlk pozitif cevap Talkan meliki Sehrek’den gelir.

Tarhan’ın düşüncelerini öğrenen Kuteybe, buna karşılık Belh şehrinde hazırlık yaparak, baharda büyük bir silahlı güç ile Talkan şehrine doğru yürür. O ana kadar bir direniş hazırlığı yapamayan Talkan şehri meliki Sehrek, Kuteybe’nin gelişinden önce şehri terk eder.

Şehre hiç savaşmadan giren Kuteybe’nin adamları şehirde eli kılıç tutabilen ne kadar erkek varsa hepsini kılıçtan geçirirler. Bu kırım o vakte kadar yapılanların en büyüğüdür. Kuteybe bu kırımı diğer beyliklere ibret olması için yapar. Kuteybe’nin askerleri öldürebildikleri kadar öldürürler, geri kalanları da Talkan yolu üzerindeki ağaçlara asarlar. Bu yolun 4 fersah (24 Kilometre.) mesafelik bölümü Türklerin ağaçlara asılan cesetleri ile doludur. Talkan katliamı tarihe, Arapların o güne kadar yaptıkları katliamların en büyüğü olarak geçmiştir. Halk, Müslüman Araplarla savaşmadığı halde, Kuteybe ve askerleri sırf diğerlerine örnek olsun diye 40.000 kadar kişiyi kılıçtan geçirmiş, ağaçlara asmıştır. Tüm bunlar hep İslam adına yapılmıştır.

Kuteybe, Talkan katliamından sonra Suman’a girer. Erkeklerin çoğunu öldürterek, kadınlarını ve kızlarını cariye olarak alır. Daha sonra Kes ve Nesef’de aynı şeyleri yapar. Erkekler öldürülür, Türk kadın ve kızları utanç verici bir şekilde Araplara cariye olurlar. Askerlerin yorgunluk eğlencesi olurlar. Daha sonra Faryab’a yönelir ve Faryab’ın teslim olmasını ister. Faryab halkı başlarına gelecekleri bildiklerinden teslim olmaya yanaşmazlar. Erkekleri kavga ederek can verirler. Tüm şehir yakılır. Araplar bu şehre yakılmış şehir manasında Muhtereka derler. Kuteybe, Faryab’dan sonra, Tarhan’ın çekildiği kale Bazgis’i abluka eder. 2 ay müddetle devamlı olarak buraya saldırır lakin bir netice alamaz.


KUTEYBE. BÜTÜN KESİLEN BAŞLARI HACCAC’A GÖNDERDİ

Aynı zamanda kış yaklaşır. Kuteybe’nin kışın savaşacak gücü yoktur: ancak kale içindeki Türklerin de yiyecekleri bitmiştir. Her iki tarafta savaşın kendileri için kaybedildiğini düşünür. Kuteybe son olarak bir hileye baş vurur. Tarhan’ın yanına Muhammed bin Selim ismindeki adamını gönderir. Muhammed İbni Selim Tarhan’ın teslim olması vaziyetinde kendisine hiçbir şekilde zarar gelmeyeceği güvencesini verir. Kalenin açlık içinde olmasından dolayı Tarhan’ın Kuteybe’nin önerini kabul etmesinden başka yapılacak bir şeyi yoktur. Komutanları ile görüşüp önerisi kabul ederler. Silahlarını teslim ederek kaleden çıkarlar. Tarhan kaleden çıkar çıkmaz yakalanır, çevresi hendek açılmış bir çadırda zincire vurulur.

Kuteybe aynı zamanda Tarhan’ı hemen öldürmez. Haccac’a haber göndererek ne yapacağını sorar. Haccac Tarhan için, “O bir Müslüman düşmanıdır hiç aman vermeden öldür” der. Kuteybe önce Tarhan’ın iki erkek çocuğunu, Tarhan’ın ve toplanan halkın gözü önünde öldürtür. Arkasından 700 kadar Türk savaşçısının başlarını gene Tarhan’ın ve halkın gözü önünde kestirir. Tarhan’ı da bizzat kendisi öldürür. Bütün kesilen başlar Haccac’a gönderilir.

Tarhan’ın öldürülmesinden sonra, Kuteybe, Aral Gölü’nün altında bulunan Harzem bölgesine yürür. Harzem’de Caygan ile Havarizat arasında taht dövüşü vardır. Kuteybe Caygan’la iş birliği yapar. Önce Havarizat ile çevresindekileri öldürtür. Arkasından Camhud melikini yenerek 4 bin civarında tutsak alırlar. Ancak, daha sonra bunlar Kuteybe’nin buyruğu üzerine öldürülürler.

Bu olay, Ziya Kitapçı’nın, İslam Tarihi ve Türkler isimli kitabında aynen şöyle anlatılır;

Bu harplerden birinde, Et-Taberi’nin bütün tafsilatı ile anlattığına göre, bir defasında Abdurrahman b. Müslim, Kuteybe’ye, 4000 esirle gelmişti. Kuteybe, Abdurrahman’ın böyle kalabalık Türk esirleri ile geldiğini görünce hemen tahtının çıkarılmasını ve bir alana kurulmasını istedi. Tahtının üzerine mağruru bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinden bin tanesini sağına, bin tanesini soluna, bin tanesini arkasına ve bin tanesini de önüne dizilmelerini söylemiş ve sonrada Arap askerlerine dönerek yalın kılıç bu Türklerin kafalarının koparılmasını buyurmuştur.

Cebbar, zorba, vicdansız Arap komutanının çevresinin bir anda bu Türklerin kafa kol ve gövdeleri ile bir kan gölü haline geldiğinden hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Bu harplerde öldürülen Türklerin haddi hesabı yoktu. Nitekim bu vahşetten sanki gururlanan bir Arap şairi Kaah el-Aşkari şöyle haykırmıştır;

“Kazah ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış perişan Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir anımsayınız. Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Yalnızca ata bile binmeyecek yaşta küçük çocuklar kaldı. Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler.”

Harzem’de ayaklanan halk, Kuteybe ile iş birliği yaptığı için Caygan’ı öldürür. Bunun üzerine, Kuteybe bütün Harzem’i yakıp yıkar, halkı kılıçtan geçirir.

Harzemli tanınmış Türk bilgini, Biruni Harzem’deki muasırlığın yok edilişini şu şekilde anlatır:

Kuteybe, her çareye baş vurarak Harzemlilerin yazılı dilini bilenleri, ananelerini savunanlarını, bütün bilginleri öldürttü, böylelikle herşey karanlıklara gömüldü. İslam Harzemlilerin içinde girerken, onların tarihi ile ilgili bilinenleri artık öğrenme imkânı bırakmadı. Harzem’i yıktıktan sonra Kuteybe, Semerkant üzerine yürür.

Semerkant meliki Gurek üzerine gelen Müslümanlara karşı diğer Türk Beyliklerinden yardım ister. Taşkent ve Fergane’den yardım gönderir, ama gelen birlikler yolda Kuteybe’nin askerleri tarafından pusuya düşürülerek yok edilirler. Semerkant, abluka edilir. Araplar mancınık ateşi ile saldırırlar. Daha fazla dayanamayacağını anlayan Gurek, Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır.


Bu Anlaşmaya Göre;

1. Semerkant Araplara her yıl 2.200.000 altın ödeyecektir.

2. Bir defaya mahsus olmak üzere 30.000 Türk gencini esir olarak verecektir.

3. Şehirde Cami yapılacaktır.

4. Şehirde eli silah tutan kimse dolaşmayacaktır.

5. Tapınak ve putlardaki tüm mücevherler Kuteybe’ye teslim edilecektir.

Daha sonra Kuteybe, altından yapılan putları erittirerek alır ve Merv’e geri döner. Dönerken kardeşi Abdurrahman bin Muslim’i Semerkant’ın başına vali olarak bırakır.

Kuteybe’nin Merv’e dönüşünden sonra, Türkler kendi aralarında işgalci Müslümanlara karşı bir direniş birliği kurarlar. Ara ara Ceyhun ırmağını geçerek Araplara pusu kurar ve ciddi zararlar verirler. Haccac Kuteybe’ye Taşkent ve Fergana’yi işgal etmesi direktifini verir. Kuteybe Taşkent’e gider fakat başarılı olamaz. Bu arada Haccac can verir.

Yerine gelen Halife Velid, Kuteybe’ye Türklere karşı savaşları devam ettirmesini söyler. Kuteybe bu sefer Kasgar’a doğru yola çıkar. Tam Kasgar’ı abluka edecekken Halife Velid can verir, yerine Süleyman ibni Abdülmelik halife olur. Bu yeni Halife ile arası hiç iyi olmayan Kuteybe Kasgar seferini yarıda bırakarak ona karşı ayaklanır, ancak kendi komutanları tarafından 11 yakını ile beraber 716 yılında kafası kesilerek öldürülür.

Zira Kuteybe’nin komutanları Halifeye karşı gelmek istememişlerdir.

TABERİ ANLATIMLARI

Aşağıdaki pasajlar direk Taberi’nin anlatımından alınmıştır:

Tarih-i Taberi / Cilt 3/(Syf.343-347)

Her kim Türk’lerden baş getirirse yüz dirhem vereceğim. İmdi Müslümanlar bir bir Türk’lerin başını kesip getirip 100 dirhemi aldılar. Ve Türk’leri dağıtıp hesapsız kırdılar ve mübalağa ile mal ve ganimet alıp yeniden dönüp Merv’e geldiler.

Yaz gelince Kuteybe Horasan şehirlerine nameler gönderip asker topladı. Sonra göçüp Talkan’a vardı. Şehrek ki Talkan meliki idi. Neyzekle bağlaşık idi. Kuteybe’nin geldiğini duyunca kaçtı. Kuteybe Talkan’a girdiği zaman hükmetti ki ahalisini kılıçtan geçireler. Ne kadar kırabilirlerse kıralar. Bunun üzerine Kuteybe’nin askeri orada sayısız Türk öldürdü.

Söylenti odur ki 4 fersenk yol iki taraftan muttasıl ceviz ağacı dallarına adamlar asılmış idi. Oradan göçtü. Mervalarüd’e kondu. Oradaki melik kaçtı. Kuteybe onun da iki erkek çocuğunu tuttukta kalan şehrin beyleri itaat edip istikbale geldiler. (Syf-344)

Kuteybe diye konuştu: – Vallahi şayet benim ömrümden üç söz söyleyecek kadar vakit kalmış olsa bunu derdim ki (Uktülühü uktülühü uktülühü). (Hepsini öldürün, hepsini öldürün, hepsini öldürün)

Bunun üzerine Neyzek’i ve iki kardeşi erkek çocukları ki biri Sol ve biri Osman’dır. Ve yine o kendisi ile mahsur olanların hepsini öldürdüler. Hepsi 700 adam idi. Emretti başlarını kesip Haccac’a gönderdiler. (Syf-347) 

70 Sene Süren Türk-Arap Savaşlarının En Ehemmiyetli Noktaları ve Sonuçları;

1- 100.000’in üstünde Türk katledilmiştir.

2- 50.000’in üstünde Türk genci "Köle" ve "Cariye" yapılmıştır.

3- Şehirler yağmalanmış, ganimet diye halkın her şeyi talan edilmiştir.

4- Tüm zenginlikler, tarihi yapıtlar yok edilmiş, yakılmış, yıkılmıştır.

5- Dünyanın en büyük katliamlarından biri olan “Talkan Katliamında” 40.000 Türkün kesilerek 24 kilometre yol süresince ağaçlarda sallandırılmıştır.

6- Aynı şekilde “Curcan Katliamında" da esir alınan 40.000 Türk’ün nehir kenarında kafaları kesilmiş, nehrin suyu kıpkızıl olmuş, cesetler yine ağaçlarda sallandırılmıştır.

7- “Teslim olursanız canınız bağışlanacak!..” sözü hiçbir zaman yerine getirilmemiş, “Şeriat söz tanımaz” denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.

8- Araplar tarihte yaşadıkları bu en büyük yağma ve talandan çok büyük servet ele geçirmişlerdir.

9- Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi Çinlilerden bile görmemişlerdir.

10- Bu tarihi gerçekler “İslam etkilenmesin” düşüncesiyle gizlenmekte, söz edilmemektedir.